Çevresiyle ilgili olaylar üzerine çok düşünen biri olmam aslında çocukluğuma dayanıyor. O zamanlarda da sanki üzerime vazife olmayan işleri düşünüp durduk yere kendime ekstra bir yük yüklediğimi hissederdim. Annemle bir misafirliğe gittiğimizde, teyzelerin abartılı davranışları, sürekli bir şeyler ikram etmeye çalışmaları, evlerinin kusursuzluğu ile övünen arkadaşları, bende tarif edilemez bir çaresizlik duygusu uyandırırdı ve sebebini bilmediğim bir şekilde eve gidene kadar başım ağrırdı. En korktuğum şey büyümek ve o çaresizliğin içinde kaybolmaktı kuşkusuz. Ben de bu kadere mahkum olabilir miydim?Nasıl da kollarına taktıkları altın bileziklerde hiç yorulmadan kısır kaşıklamaya devam ettiklerini düşünürdüm. Bu derin düşüncelerim evin pasaklı çocuğunun gelmesiyle dağılır, annesinin ilgisizliği ile birleşen onunla muhatap olma zorunluluğu beni gereksiz bir strese sokar ve kaçıp gitme isteği uyandırırdı. Eve döndüğümüzde hızlıca pijamalarımı giyer ve odamda yere uzanır, çocuk dergileri okurdum. Babamın işte olduğu, annemin ise mutfakta yemek yaptığı bu saatler, benim işin eşsiz bir inziva, düşünmek için ise son derece uygun zamanlardı. O yaşlarımı daima odamda kendi başıma oturup çoğu bana korku veren, bazıları ise eğlendiren uzun düşünmelerle hatırlayacağım. Doğrusu, yıllar geçse de bu özelliğimden pek de bir şey kaybetmedim. Engel olamadığım bir şekilde, sokakta gördüğüm bir insanın gerçek dışı analizini yaparken buluveriyorum kendimi. Yaklaşıyor muyum gerçeklere, pek de mühim değil aslında. Merak ettiğim gerçekler de değil esasen. Tüm bunların yanı sıra sabah saatlerinde gelen küçük aydınlanmalar beni inanılmaz mutlu ediyor ve düşünmenin gücü önünde bir kez daha saygıyla eğiliyorum. Bu sabah fark ettiğim şey, aslında kişisel özelliklerimizin ne kadar da birbirinden farksız ve önemsiz olduğu üzerineydi. Biz bu kadar büyük bir evrenin içinde yaşayan üç beş kişi olarak hangi hakla partiler kurup siyaset yapmaya cesaret buluyoruz, kaldı ki bizim olmayan her şey için de bir hak iddia ediyoruz. Kendimizi aslında hiç var olmamış davalara adıyoruz belki de, bize göre doğru olan ama asla doğruluğundan emin olamayacağımız hükümler, seçimlerimiz oluveriyor. Hatta bununla da kalmayıp, insanlara da bu etiketleri yapıştırıveriyoruz. Tıpkı, altın bilezikli teyzelerin bende bıraktığı korkunç çaresizlik duygusuyla onlara aşağılayıcı bir etiket yapıştırmam gibi. Şöyle özetlemem gerekirse, anlatmak istediğim şey, bizim etiketlerimizin aslında hiçbir zaman gerçekleri yansıtmadığı ve o insanların o etiketlerle mutlu bir hayat sürebileceği kesinlikle. Ben büyüdükçe, herkesin kendi tercihine saygı göstermeyi, kendi kendime öğretiyorum. Evet, oldukça zor oluyor. Özellikle haksızlıklara ve kötü muameleye boyun eğen insanların o şartlarda mutlu olabileceğini ve benim düşüncelerimin onlar için doğru olan olmadığını kabul etmek bir hayli zor. Ama böyle düşündükçe özgürleştiğimi hissediyorum ve çocukken sırtımda hissettiğim yük gittikçe hafiflemeye başlıyor. Bırakalım da herkes nasıl yaşamak isterse öyle yaşasın bundan sonra.